23 Haziran 2012 Cumartesi

Gelecekçilik/ FÜTÜRİZM


 19. yüzyıldan 20. yüzyıla geçiş dönemindeki Devrim yapan Sovyet halkları arasında , sanatın tüm 
alanlarında modernleşme hareketlerine alt yapıoluşmuştur.


Sanatta, materyalist ve idealist dünya görüşlerine ve geleneklere başkaldırı görülür.
Türk Kemalist hareketi ise; Nazım Hikmet, Abidin Dino gibi isimleriyle bu akıma öncülük etmiştir.


''SANAT ''  bu başkaldırının en çarpıcı ve güçlü temsilcisi Fütürizmdir.

Rus edebiyatında "gümüş çağ" olarak adlandırılan ve yaklaşık olarak
1890-1930 arasını kapsayan yenilikçi dönem sembolizmle başlar.

 Edebiyata 20 yıl kadar egemen olan sembolizmin etkinliğini yitirmesi üzerine, 1910'lu
yıllarda, fütürizm ve akmeizm, bu akıma karşı çıktıklarını açıklayarak
edebiyatta yer alır.
 Fütürizm, sembolizmin ilkelerinin ve etkisinin yıkılmasında akmezime göre çok daha etkili ve programlı bir hareket
geliştirmiştir.

Sovyet dönemi ana başvuru kaynaklarına göre Fütürizm, Birinci dünya savaşının hemen öncesinde ve sırasında öncelikle İtalya, Fransa, İngiltere ve Rusya gibi ülkelerde "burjuva sanat ve edebiyatında oluşan biçimci bir eğilim anlayışı olmasına rağmen.

Bu ülkelerin her birinde kendine özgü sanat algılarından birer davranış ve sanat biçemi almıştır.

Akımın en önemli özelliği geçmiş ve çağdaş sanat mirasını, kültürü ve moral ve değer algılarını reddetmektir...


Fütirizm ;Sembolistler ile birlikte hareket etmekten çekinmemiştir. Çünkü iki akımda birbiriyle sanat ilintilidir. Gerçekçi sanatı ''devrim-ler'' lehine dizayn etmişlerdir.


Bu başkaldırı ''DEVRİM'' sanatı olarak da anılacaktır.

Tüm devrimden yana olan sanatçılar yapıtlarını devrimin sembollerini geleceğin insanına ve yeni söylemlere
göre dizayn ederek yarını kurmaya çalışıyor.


Kemalist devrimin etkin olduğu yıllarda;1923-1945 arası Fütürist sanatçılar yaptıkları resim,tiyatro ve edebiyat eserleri ile devrime yön vermek istemişlerdir.

1923'de Nazım Hikmet Rençber/köylü edebiyatına karşın ilk şiirini yazmış ve hareket ve devinimle ''Kemalist - Cumhuriyetçi'' devrimin arkasında durmuştur.


Sanatla halka yayılan devrim hızla köy toplumundan sanayi ve tarım ekonomisinden güç alan / alacak olan yeni bir ekonomi biçimine insanları yöneltecektir.Yeni insan makinalaşmış insan olacaktır.
Ve sanat insanı devrimlerle yoğrulacak bu yeni insanı devrimlerin savunucusu yeni bir insan modeli haline getirecektir.


Sanatçıların günümüzde de korkulması ve geleceği dizayn etmeye her kalkışmasında karşısına birilerinin sağdan-soldan-sermayeden dikilme nedeni de budur.




Makinalaşmak istiyorum /Nazım Hikmet- 1923
trrrrum,
trrrrum,
trrrrum!
trak tiki tak!
makinalaşmak istiyorum!

beynimden, etimden, iskeletimden geliyor bu!
her dinamoyu
altıma almak için çıldırıyorum!
tükrüklü dilim bakır telleri yalıyor,
damarlarımda kovalıyor
oto-direzinler lokomotifleri!
trrrrum,
trrrrum,
trak tiki tak
makinalaşmak istiyorum!
mutlak buna bir çare bulacağım
ve ben ancak bahtiyar olacağım
karnıma bir türbin oturtup
kuyruğuma çift uskuru taktığım gün!
trrrrum
trrrrum
trak tiki tak!
makinalaşmak istiyorum!


Cemal Süreya eleştiriyor Nazım Hikmet'i '...


Makinalaşmak istiyorum şiirini Nazım Hikmet'in en kötü şiiri olarak niteliyor...

Anlamak mümkün değil; Koskoca Nazım HİKMET;büyük usta bu şiirden sonra yazmıyor bir daha sanayi toplumu olma isteğini dile getirmiyor...


Getiremiyor!

Rençber toplumuna,tarım işçisine yön vermeye başlayan bir şiir düzeneğine tekrar geçiyor...

Makinalaşmak İstemek sanki ustanın en büyük yara kabuğunu koparması gibi oysa başına dert oluyor Nazım Hikmet RAN'ın...

Hangi sosyolojik yarayı keşfettiğinin farkında Nazım HİKMET...
Kimin yada kimlerin ne istemediğinin de farkında...


Ümit Atalay Ekmekçi

18 Haziran 2012 Pazartesi

VAHŞİ ZEVKLER


“… Üçkâğıtçılık, kalleşlik, tuzağa düşürmek, pusu kurmak, çok sayıda kişinin bir kişiye, güçlünün zayıfa saldırısı, bütün bunlar kurbanlarının niteliklerinden bağımsız olarak kendiliğinden kötü eylemdir. … bütün bu kötü ve canice eylemler utanç duyulmadan, açıkça, savunmasız olan canlı varlıklara karşı yapılmaktadır, üstelik aynı şeyin insanlara karşı yapılmasına onay vermeyecek aynı insanlar tarafından.” Lev N. Tolstoy
Yukarıda ki başlık ve tırnak içindeki yazı TOLSTOY’un “Vahşi Zevkler” adlı kitabından alınmıştır.
Hayatımızın en önemli değişmezi yaşamın en önemli anlarının kayıt dışı yaşamışlığımızdır. İnsanın inanmadığı ama asıl kimliğini de ortaya koyduğu anları vardır. Ve bu anlar bir idole bir kahramana ”ulvi” bir amaca dayandırılır.
Sadece koşullar gereği sıradan vatandaşların birbirine bakıp da; birbirinde beğenmediği lider ekolü yerine bir kahraman türetmek zorundadırlar.
Bu kahraman türeyip ortaya çıkana kadar sıradan insan ”küçüklerini sevip,büyüklerini saymaktadır.”
Gözlerinizin önünden geçirin bakalım. kahraman ortaya çıktığı zaman ne ortaya çıkıyor?
Bir emir alan ve o emri yerine getirmek için başka insanların yaşam olanaklarına göz koyan bir başka talancı, pusucu insan ortaya çıkıyor.
Emrin ardına takılan zaaflı insan modeli zaaflı toplum modeline çıkıyor. Ve tüm bu kahraman arayışları insanoğlunun/kızının bir zaafla kendini kandırmasına ve sahte kahramanın da toplumu geriye taşıyan bir diktatöre dönüşmesine meydan vermektedir.
Bir lider arayışına giren toplum bilgi ve birikim sözcüklerini çok iyi değerlendirmesi gerekirken başka zamanlarda meydan vermeyeceği bu kişilere birden ”kahraman” gibi bir üst payeyi veriyor olması da o toplumun bilgi ve birikimli insanlarının ne derece altta ve beceriksiz olduğunun da göstergesidir.
Bir lider edasına bürünen sahte kahramanlardan korkun derim. kimse bir liderin koltuğuna oturduğunda lider olmuyor aslında. Liderin,gerçek toplumcu liderin asla bir koltuğu veya payesi olmuyor aslında.
Beğenmeyenler – maddi mal varlığı olarak – çok ama Albert Einstein’in bir koltuğu ve oturduğu bir malikanesi yoktu…
Bir faşisti yaratan o toplumun düşünürlerinin ne denli halktan kopuk yaşadığıdır.
Bu insanın insana ve insanlık kavramına vurduğu en büyük darbedir…
Ümit ATALAY EKMEKÇİ
umut_atalay_ekmekci@mynet.com


14 Haziran 2012 Perşembe

GODOT MESİH Mİ?


Samuel Beckett'in en bilindik ama en çözülmemiş tiyatro eseri. "Godot'u beklerken" insanlığın başına gelmeyen kalmadı.
Siz Godot'u beklerken "küçük kibritçi kız" soğuktan öldü.
Ölmeseydi kötü yola düşerdi. 
Tecrübeleri olanlar bilir,hayat dışarda en acımasız halde sürer ve biri sizin adınıza karar verir.
Zaman Godot'un gelme vaktidir. 
Ama Godot'un gelmeye niyeti yoktur.
İnsan için durum başkadır. 
Godot'u beklemek,Godot'un kendiyle-gerçekle-karşılaşmaktan daha kolaydır.
 Bu nedenle bir Mesih edasıyla zamana oynar insan. 
Ve zaman karşısında hükmen yenik olan insanlık yüce bir amaç edinir. 
Gelmiş ve tüm beklentileri karşılamış bir Godot buzdan kaplı bir kıta kadar soğuktur. 
Yaşamın amacı kalmaz. Beklenti ise mutlu ama ahmak insanlığımızı karşılar.
Çıkıp gelen bir Godot sıkıcıdır.
Uzaktan gelse bile çabuk usanılır. 
Cazibesi ve karizması biten bir Mesihtir.
Bu yüzyılda çıkagelen bir Godot insanlığa ne verecek ki, çaresiz kalakalır.
Kredi kartı borcunu zamanında yatır ey insan mı diyecek?
Kefil olma sefil olursun mu?
Godot veya Mesih,GOOGLE'den daha fazla ne bilebilir ki, insanlık çok daha aşmış olmayacak mı tüm bunları?
Bilmek acı kavramını,cehaletle kapatmak insanın en bilinen özelliği değil mi?

''Sevdiklerimizi zamana kurulmuş bir beklenti içinde çaresiz bırakıp öldürmek...''
 En iyi bildiğimiz aşağılama değil mi?
Yoksa Beckett'in Godot'u da ;
Sizin zamana yaydığınız ve geldiğinde soğuk pizza gibi yüzü meymenetsiz bir Mesih mi?

Ümit Atalay Ekmekçi


SUÇ VE CEZA

F.DOSTOYEVSKİ'nin neredeyse adıyla özdeşleşmiş eseri. 

Sergilemeyi düşündüğüm bir dünya klasiği daha Antalya'nın sanatta hele tiyatro gibi zor bir alanda ne önemli işler yaptığını göstermek amacındayım.
Eseri incelerken yakaladığım anekdotlar, detaylar var.
Okuyucular bunları bilmeliydi.


" Suç ve ceza" kavramıyla ilk ilgilenen Rus Dostoyevski değil elbet. 

Ama Dostoyevski'nin sevdiği bir isim; Alman yazar Johann Wolfgang von GOETHE de ilgilenmiş.

Suç'un büyüklüğü ne olursa olsun Ceza'nın büyük ve acımasızlığı karşısında küçük ve az önemli kalmasını ancak bir yazar sağlayabilirdi.


HUKUK VE İNSAN kavramını irdelerken cezanın suçu gölgede bırakan acımasızlığı karşısında hayrete düşüyorsunuz.


Dostoyevski'nin suça biçtiği bu ceza toplumu kendine getirmek için en anlamlı yolu seçmesi ise mükemmel.


Vicdan muhasebesi yapmak/ yaptırmak; yazarın,yönetmenin ve oyuncunun görevi.

Gelişmiş sandığımız insan ise gelişme yerine kötü oluşmuş toplumun kötü bir bireyi olarak karşımıza çıkıyor. Aldanan insan, aldatan toplum.


Sokrates ne demişti: Erdemleriniz olmazsa toplumunuz çürür.
Ama erdemsiz toplumda suç olmazsa iş olmaz.


Mahkemeler kapanır,yargı çalışanları işsiz kalmış olacaktır.
Üçüncü sayfa haberleri erdemli toplumda olmaz.


Ceza ise diri diri ölüme " SİBİRYA " soğuklarına sürülmektir.


Toplum içinde kalan kimsenin gitmediği bir yere gitmeye ve yaşamaya zorlanmak.
Raskolnikof'un suçu ne kadar kötüyse cezası da o kadar ağır.


Bakalım ve görelim daha hangi yakası açılmadık eserlerle sizi buluşturacağım.

MAKYAVELLİ

 BELKİ HERKES MAKYAVELLİ'NİN ÖLDÜĞÜNÜ SANIYOR;

Oysa,ruhu Alpler'in ötesine uçmuştu.
Guise öldüğü için Fransa'dan geldi,
Bu ülkeyi görmeye,dostlarıyla eğlenmeye.
Kimilerine adım iğrenç gelebilir;
Ama beni sevenler,korusunlar beni onların dillerinden.
Söylesinler onlara Makyavelli olduğumu;...


Yukarıda ki, MAKYAVELLİ proloğu C.MARLOWE'nın 1590 yılında yazdığı ve ancak 1632'de basılan Maltalı zengin yahudi adlı oyunundan alınmıştır.

Marlowe'nın sevdiğim bir eseridir.W.Sheakespeare'nın bile fazlasıyla esinlenerek(!) 
Venedik Taciri'ne çevrimlediği bu oyun aslında dönemimizin siyesetini çok net anlatmaktadır.

Ama Sheakespeare'nın fazlaca bir benzerlikte ki,Venedik taciri eserine daha farklı baktığımı onunda benzemekle birlikte günümüz siyasetine benzeşmeyen yönleri olduğunu vurgulamak da isterim.

Konumuz ise şudur: Makyavelli'nin (Maccavelli) kendiölüp ruhu uçan ülke ise bugün ; İngiltere değil Türkiye'dir.

Ve bu güzel ülkede Makyavelli'nin kurallarını uygulayan hemde fazlasıyla uygulayan politikacılar,belediye başkanları olduğu bilinsin.
Sağda veya solda yada ılımlı İslamda olağan kabul edilen asıl siyaset ve zihniyet budur.

Platon'un devletinden bugüne geriye kalan sadece güçlü bir aile zihniyeti (ailede sağda ve solda düzen tutmuş abiler,halalar,dayılar hep vardır.)ve küresel sermayenin devlet(cik)leri ve onun güçlü şirketleri vardır.

O Makyavellistlerin Atatürk'le,Atatürk'ün partisiyle,ilericilikle alakadar olmadığını sadece düzen adamları olduğunu söylemekten başka çaremizde kalmamıştır.

Yine o Makyavellistler ne milliyetçidir nede Türk-islamcı ; sadece Makyavelli'nin kuralalrı geçerlidir.

Neymiş diyenler için kısaca yazayım o kuralları: ''Giden-gelen ağamdır,giden gelen paşamdır.'' ''Dün dündür bugün bugündür.''
'' Biz beraat ettik.'' '' Bizi öldüremezsiniz.'' ''Soy meselesi,soy!''

Anlamadınız mı halen bir şey ?
-Anlarsınız,anlarsınız...

''Gelen ağamdır,giden paşam...''

15 Mayıs 2012 Salı

ÖZGÜRLÜK NASIL GELMEZ?


Roma İmparatorluğu'nun bir çok şehri Gotlarca yıkıldığında pek çoğunun bildiği gibi tarihin önemli bir seyri değişip Orta çağ başladı.
Orta çağ habercileri Got atlıları ve onlara kapıla kapıları ardına dek açan köleler olmuştu.

Zırhlı lejyonları olan Roma ; ne hale gelmişti.
Asker devlet,asker toplum Roma ayaklar altında çiğnenmişti.

Roma'nın bu övünç kaynaklarının üzerinden geçen barbar kavimler ve Got atlılarıydı...

Şimdi romanın ünlü şarap bağlarında bir Got'lu oturuyor. Kölelere üzüm sıktırıyordu.

Romanın ünlü meydanları birer köy meydanı gibi küçülüp,aşağılanmıştı.

Got köylüleri mermer heykel ve bazikalarını söküp ahır yapıyorlardı.

Got'lu çocuklar köy meydanlarında mermer heykel parçalarıyla sek sek oynuyordu.

Ama köylülerin topraksız Roma halkının durumu değişmemişti. Kölelerin durumu da aynıydı...

Yeni düzen köleliği kaldırmamış aksine pekiştirmişti. Got işgalcileri işgal ettikleri topraklardan daha fazla vergi alıp; Roma'dan kalan toprak ağalarını,beylerini korumuş ama kendilerine yardım eden kölelerin hayatını ve köleci toplum düzenini değiştirmemişlerdir.

Tümüyle tarih tekerrürden ibaret ise anlayanlar ne demek istediğimi anlamışlardır...

ARABESK TOPLUM

Uzlaşma yada uzlaşamamak toplum içinde şekillenmiş ve bizlere sunulmuş sistemi taklit edip içselleştirdiğimiz bir süreçtir. Öğrenmede aynı biçimdedir.
İnsanoğlu'nun çocukluk sürecinde oynamış olduğu oyunlardan tutun kurulu düzen yasalarına kadar, tüm kurallara uymayı öğreniriz.
Öğrenirken bir erdem,ahlak-etik yasasını yerleştiririz.Yada yerleştiremeyiz...

Eğitim ise tüm süreçte bu kurallar bütünlülüğüne uyum sağlamamız içindir.
Bugün eğitimin yapı taşlarının değiştirilmesi bu uzlaşmanın ortadan kaldırılması içindir.

Eğitim bizde önemsenmediği için olsa gerek uzlaşmamayı öğreniriz önce...

Sosyalleşebilmek ve toplumsallaşmak için uyuşmanın kurallarını öğreniriz. Aile'de, okul'da iş hayatında ya da sanat dünyasında hemen bir uzlaşı kurulur...
Hele erdem evrensel kural ve en üst nokta da insan ise hedef insanın değerlerine aykırı olanı yapmaya başladığımızda ''Erdem'den'' kaybederiz...
Üst insanın hangi anlamda yorumlandığına da bağlı değil midir? Üst insan kimliği bakışınızla sizi ele verir...

Sanat yaratımında en çok düşülen sıkıntı sistemle sanatçının uzlaşma kurmasındadır. Erdemdir ve Dostoyevski,suçtan daha öte erdem kavramını ve cezanın ağırlığını sorgulamıştır.
Suç ve Ceza adlı eserini ele aldığınızda ;cezanın ağırlığı diri diri bir insanı soğuk SİBİRYA_STEPLERİNE gönderme cezasından bahsediyorum. İnsan erdeminden baktığınızda suç ve suçluluk kavramından daha ağır bir cezadır.

Suçlu kavramını baştan sınıfsal olarak bu ve bu insan katmanları benim/ bizim gibi olamıyor üzerine kurmak en ağır ön yargı biçimi değil mi? Suçlu kavram olarak dışlandığını yok sayıldığını herkesten daha iyi bilir ama bu konuda topluma ayak uyduranların aydınların,güya ön yargısızların bir suskunluk ve başının çaresine bak ,kendini kurtar öyle gel aldatmacası da yok mudur? Bence bu vardır... Ve en ağır biçimiyle erdemsizlik susmak ve göz yumarak insanlığı ölüme,yok edilmeye kurban etmektir.
Sanatıyla bizi evrenselliğe taşımış hiç bir sanatçıyla sistem uzlaşık değildir...

Nazım Hikmet ile Yılmaz Güney ile Ruhi Su ve daha niceleri ile uzlaşamamıştır... Gerçek sanatçılar uzlaşmayarak başaracaktır. Ne sistemle nede onun yarattığı insan tipiyle uzlaş olmayacaktır.
Bu uzlaşmazlığı tüm kurumlarıyla bilinç altında saklıdır... Kimse yalnızca suç işlediği için toplumda baştan suçlu değildir.

Sanatçılarımızın her çıkışına ve her söylemine şüphe ile bakan koca ve de hantal bir algılama zorluğu çeken sistemden söz ediyorum...
Sistem ve onun yarattığı insan tipi suç kavramına en yatkın insandır ve o insanı sistemin kucağına iten diğer insanlardır...



Sanatın bilimsel kuram ve kuralcılığı ile sözde her kurumu oturmuş muhafazakar ve gerici sistemin - ben yaptım oldu mantığı - arasına sanat yaratıcısı başta gerçek anlamıyla evrensel değer üreten sanat emekçileri sıkıştırılıyor. Sanatçı üretemez ve düşünemez hale getiriliyor...

Bundan çıkarı olan tuzu kurular ses etmemekte; onların yaşayacağı bir yurtdışı hayalleri hep var.
Benim gibi ve bizim gibilerin ise ayaklarında zincirleri var.

Zincirleriyse bu toplumun insanıdır...